22 Ocak 2010 Cuma

MELAHAT


Çok sonraları fark ettim onu. Daha doğrusu bizden farklı olduğunu. Her zaman biraz uzakta, aramıza karışmaktan imtina eder ve incinmekten korkarmışcasına çekingen, bir kenarda sessiz, annesinin öğrettiği gibi edepli bir şekilde, dizlerinin kırıp kendine doğru iyice çekerek eteklerinin ucunu dizkapaklarının arkasına sıkıştırarak oturur, ona her zaman çok yakışan yemenisinin uçlarını parmağına dolaya dolaya, oyun oynayan bizi seyrederdi. Onun babası; benim dedem balıkçıydı, oradan bir tanışıklığımız vardı, o da göz aşinalığı. Adını da biliyordum; Melahat.
Biraz boş bakardı, aslında boş bakmak deyimi yanlış daha çok - her şeyi ilk defa görüyormuşcasına- anlamak ister gibi, kocaman bakardı, ve nasıl desem – salya demeye dilim varmıyor – tükürükleri dudaklarının kenarından akardı zaman zaman. Bir başkalık vardı halinde, hareketleri bizimkinden daha yavaştı, birkaç kere bir şeyler soran olmuş, o sadece bakmıştı. Sonra çook sonra öğrendim ki Melahat’in o farklı hali mongol olarak tanımlaniyormuş. (down sendromu)…ama pek bir engeli var gibi de değildi. Sadece konuşmuyordu, çok yavaştı ve hep bir kenarda duruyordu.
Sabah okula giderken Arnavut kaldırımı daracık yolun kenarındaki evlerinin kaldırımla birleşmiş çardağının gölgesinde öyle dingin bir ruh haliyle ve kocaman sessizliğiyle bir aşağı bir yukarı bakar dururdu, ben okula gider akşama kadar okulda kalırdım, okuldan çıkar eve gitmeden önce arkadaşlarımla haytalık eder, üst baş perişan bir halde aynı yoldan akşam dönerken sabahki haliyle oturur bulurdum melahati. Koca bir günü yola bakarak geçirirdi. Ne düşünürdü acaba, ne hayal ederdi, bütün bir gün sessizlikten başka hiçbirşeyin geçmediği; yemyeşil bir tepeye bakan o yol kenarında oturup neler umardı? Kış geldiğinde evde camın kenarında oturur, annesinin menekşeleri ve camgüzeli çiçeklerinin kurumuş sapları arasından yine aynı haliyle sokağa bakardı. Onla konuşmaktan korkardım, incitmekten korkmak gibi bir şeydi sanki. Selam versem mi? Anlamazsa… üzülürse…anlar mı ki… Her gün gözgöze geldiğimiz halde ona hiç selam vermemem üzüyormudur onu?
Bir gün bütün cesaretimi toplayıp el salladım ona ve güldüğünü gördüm. sekiz yaşındaydım, bir el kalbimi avuçlayıp kuvvetle sımsıkı tuttu ve yerinden koparmak istedi sanki. Melahat’in tebessümünde sekiz yaşındaki bir mahalle kopilinin yüreğini darmadağın edecek ne vardı? bütün down sendromlu çocukların gülüşünde ne varsa o . Safiyet, meleksi bir ifade, bir bebeğin ilk tebessümü gibi gülümsüyorlar her zaman, sanki hani sanki bulutlar büyük bir hızla açılır da ışıl ışıl olur bir anda her yer. Öyle bir ışıltı ama neden hep hüzünlü bir yanı vardır bunun. Bir tek ben mi böyle hissederim?
Özel ve hassasiyet gösterilmesi gereken bir durumu vardı, ama 1978 yılındaydık, ülkede tansiyon aleti bile yoktu. Onun babası balıkçı, annesi hiç okumamış bir ev kadınıydı ve dört kardeşi daha vardı (onlar dawn sendromlu değillerdi). Yeniyetmeliğim boyunca herkesin yaptığı hatayı – cahilliği- yaptım; Melahat’e sadece acıdım. mazurum, çünkü çocuktum, koca koca bakanlar başbakanlar müsteşarlar ve bürokratlar hala daha büyük hatalar yapıyorlar bu konuda.
Sonra zaman geçti, mahallenin dışında da bir hayat olduğunu fark ettim, okullar, işler güçler, askerlik, evlilik vs… savruldum pek çok yere, ülkemi gezdim, sokaklarında sürttüm, Avrupayı dolaştım, dünyanın en güzel şehirlerinin istasyonlarında parklarında yattım, avarelik ettim. Bazen hayata boşverdim. Bazen iliklerime kadar hissettim bir yere köksalmak gerektiğini…sonra memlekete döndüm, işlere girip çıktım, falanları filanları gördüm… Bir gün mahalleye geri döndüm. Yine o yoldan geçtim. Aklıma Melahat geldi, evleri duruyordu, hep aynı kutu gibi tek pencereli… Melahat yine camın arkasındaydı…Ama çocukluğumuzdaki gibiydi. Hiç büyümemişti. Hayal görüyorum zannettim. Hayır işte sekiz yaşımızdaki Melahat camdan bakıyordu yine…. Kafam karışmış halde el saldım gülümsedi, yine o el yine kalbimi sımsıkı tuttu, yine bir den güneş açtı, yine birden hüzün oldu… Evde anneme sordum Melahat’i… Babası çoktan ölmüş , kardeşleri her biri bir yöne dağılmış,vefasız çıkmışlar.. annesi o hiç okumamış adını yazmayı bilmeyen annesi, ona bir çiçek gibi itina ile bakmış, dokdor doktor gezip yalvararak, hastane kapılarında yatarak Melahat’i olabildiğince iyi yaşatmak için elinden geleni yapmış. Kimse nasıl olduğunu bilmemekle beraber olabildiğince toparlamış kendini Melahat. Evlenmiş de… Ben Asude’ye el sallamışım. Melahat’in kızına...

EN SON BUNU OKUDUM

  • Jardin'lerin Hikayesi (alexandre Jardin)

Blog Arşivi