22 Ocak 2010 Cuma

MELAHAT


Çok sonraları fark ettim onu. Daha doğrusu bizden farklı olduğunu. Her zaman biraz uzakta, aramıza karışmaktan imtina eder ve incinmekten korkarmışcasına çekingen, bir kenarda sessiz, annesinin öğrettiği gibi edepli bir şekilde, dizlerinin kırıp kendine doğru iyice çekerek eteklerinin ucunu dizkapaklarının arkasına sıkıştırarak oturur, ona her zaman çok yakışan yemenisinin uçlarını parmağına dolaya dolaya, oyun oynayan bizi seyrederdi. Onun babası; benim dedem balıkçıydı, oradan bir tanışıklığımız vardı, o da göz aşinalığı. Adını da biliyordum; Melahat.
Biraz boş bakardı, aslında boş bakmak deyimi yanlış daha çok - her şeyi ilk defa görüyormuşcasına- anlamak ister gibi, kocaman bakardı, ve nasıl desem – salya demeye dilim varmıyor – tükürükleri dudaklarının kenarından akardı zaman zaman. Bir başkalık vardı halinde, hareketleri bizimkinden daha yavaştı, birkaç kere bir şeyler soran olmuş, o sadece bakmıştı. Sonra çook sonra öğrendim ki Melahat’in o farklı hali mongol olarak tanımlaniyormuş. (down sendromu)…ama pek bir engeli var gibi de değildi. Sadece konuşmuyordu, çok yavaştı ve hep bir kenarda duruyordu.
Sabah okula giderken Arnavut kaldırımı daracık yolun kenarındaki evlerinin kaldırımla birleşmiş çardağının gölgesinde öyle dingin bir ruh haliyle ve kocaman sessizliğiyle bir aşağı bir yukarı bakar dururdu, ben okula gider akşama kadar okulda kalırdım, okuldan çıkar eve gitmeden önce arkadaşlarımla haytalık eder, üst baş perişan bir halde aynı yoldan akşam dönerken sabahki haliyle oturur bulurdum melahati. Koca bir günü yola bakarak geçirirdi. Ne düşünürdü acaba, ne hayal ederdi, bütün bir gün sessizlikten başka hiçbirşeyin geçmediği; yemyeşil bir tepeye bakan o yol kenarında oturup neler umardı? Kış geldiğinde evde camın kenarında oturur, annesinin menekşeleri ve camgüzeli çiçeklerinin kurumuş sapları arasından yine aynı haliyle sokağa bakardı. Onla konuşmaktan korkardım, incitmekten korkmak gibi bir şeydi sanki. Selam versem mi? Anlamazsa… üzülürse…anlar mı ki… Her gün gözgöze geldiğimiz halde ona hiç selam vermemem üzüyormudur onu?
Bir gün bütün cesaretimi toplayıp el salladım ona ve güldüğünü gördüm. sekiz yaşındaydım, bir el kalbimi avuçlayıp kuvvetle sımsıkı tuttu ve yerinden koparmak istedi sanki. Melahat’in tebessümünde sekiz yaşındaki bir mahalle kopilinin yüreğini darmadağın edecek ne vardı? bütün down sendromlu çocukların gülüşünde ne varsa o . Safiyet, meleksi bir ifade, bir bebeğin ilk tebessümü gibi gülümsüyorlar her zaman, sanki hani sanki bulutlar büyük bir hızla açılır da ışıl ışıl olur bir anda her yer. Öyle bir ışıltı ama neden hep hüzünlü bir yanı vardır bunun. Bir tek ben mi böyle hissederim?
Özel ve hassasiyet gösterilmesi gereken bir durumu vardı, ama 1978 yılındaydık, ülkede tansiyon aleti bile yoktu. Onun babası balıkçı, annesi hiç okumamış bir ev kadınıydı ve dört kardeşi daha vardı (onlar dawn sendromlu değillerdi). Yeniyetmeliğim boyunca herkesin yaptığı hatayı – cahilliği- yaptım; Melahat’e sadece acıdım. mazurum, çünkü çocuktum, koca koca bakanlar başbakanlar müsteşarlar ve bürokratlar hala daha büyük hatalar yapıyorlar bu konuda.
Sonra zaman geçti, mahallenin dışında da bir hayat olduğunu fark ettim, okullar, işler güçler, askerlik, evlilik vs… savruldum pek çok yere, ülkemi gezdim, sokaklarında sürttüm, Avrupayı dolaştım, dünyanın en güzel şehirlerinin istasyonlarında parklarında yattım, avarelik ettim. Bazen hayata boşverdim. Bazen iliklerime kadar hissettim bir yere köksalmak gerektiğini…sonra memlekete döndüm, işlere girip çıktım, falanları filanları gördüm… Bir gün mahalleye geri döndüm. Yine o yoldan geçtim. Aklıma Melahat geldi, evleri duruyordu, hep aynı kutu gibi tek pencereli… Melahat yine camın arkasındaydı…Ama çocukluğumuzdaki gibiydi. Hiç büyümemişti. Hayal görüyorum zannettim. Hayır işte sekiz yaşımızdaki Melahat camdan bakıyordu yine…. Kafam karışmış halde el saldım gülümsedi, yine o el yine kalbimi sımsıkı tuttu, yine bir den güneş açtı, yine birden hüzün oldu… Evde anneme sordum Melahat’i… Babası çoktan ölmüş , kardeşleri her biri bir yöne dağılmış,vefasız çıkmışlar.. annesi o hiç okumamış adını yazmayı bilmeyen annesi, ona bir çiçek gibi itina ile bakmış, dokdor doktor gezip yalvararak, hastane kapılarında yatarak Melahat’i olabildiğince iyi yaşatmak için elinden geleni yapmış. Kimse nasıl olduğunu bilmemekle beraber olabildiğince toparlamış kendini Melahat. Evlenmiş de… Ben Asude’ye el sallamışım. Melahat’in kızına...

19 Kasım 2009 Perşembe

17 Kasım 2009 Salı

KAFEDEKİ KIZ


Gözlerini arıyordum. İstiyordum ki bana baksın, dahası beni görsün ve hayatında – Sadece beni görmüş olmakla- bir şeyler değişmiş olsun. Olmadı tabi. Cafedeki kız; daha once onlarca Cafedeki Kız’ın yaptığı gibi kalktı, gitti; Oysa tanışabilirdik. kısa bir an gözgöze gelirdik ve başlardı herşey,ben güzel bir sohbetle düzgün bir adam olduğuma onu ikna ettikten sonra belki beraber bir çay içmeye devet ederdim.
O Neden olmasın derdi. Direkt olarak evet diyemezdi, çünkü çok fazla hevesli gibi görünürdü, direkt olarak evet derse basit, kolay çabuk elde edilen kızlardan zannedebilirdim onu; tanışır tanışmaz evet denir mi hiç?
Ama ben “neden olmasın”dan gerekli sonucu çıkartır, şu gün şu saat olsun mu derdim. O yine neden olmasın derdi, neden olmasınlara bir neden aramadan, buluşur konuşur anlaşır ve çok mutlu olabilirdik. olmadı tabi. Hiçbirzaman çok güzel bir kızla spontan olarak tanışıp – erkek tabiriyle – kafaya alamadım. Bu hüsranla bitmiş milyonlarca bakışmadan birinin (erkek jargonunda “kesişme”nin) hikayesidir.
hesap pusulası dahil hiçbirşeyin ayağınıza getirilmediği,tezgahta kuyruğa girmek ve yiyip içmeden önce parasını ödemek zorunda olduğunuz; işsiz ama vakti zamanında biraz para kazanmış orta sınıf çalışanların meşgulmuş ve hala bir işleri varmış gibi kendilerini kandırmak için dizüsütü bilgisayarlarıyla gelip beleş internet bağlantısıyla facebooklarda zaman öldürdükleri; Istanbul denen cinnet başkentinde yaşadığı halde kendini Manhattan da yaşıyormuş gibi hissetmek ve - aslında psikolojik bir sorun olan- “gerçeklikten kaçmak arzusunu” tatmin edebilmek için laptopları önlerinde açık, kulaklarında aypodlarıyla kendilerini dış dünyadan tamamen yalıtarak café (kahvehane) kültürüne üçyüzaltmış derece aykırı davrandıkları; mobilya bozuntusu koltukların ve sahte mermerli masaların etrafında zaman tüketilen, dedesi köy kahvesinde
“niyazieaa bi çay koyda içek la!” diye bağıran insanlar şimdilerde
“eaaee, bana bir grande ays karamel makkiyatto bir de toll san pellegrino lütfeeaan” diye sipariş verip üstüne kendilerini sırf böyle söyledikleri için iyi hissettikleri kafelerdendi. Tüm bu saçmalık ve sahtelik bize nasıl oluyordu da kendimizi iyi hissettiriyordu bilmiyorum. (ama “ays karamel makiyatto” harbiden güzel)
Cam kenarında bar taburesiyle iskemle arası bir şeye tünemiş kitap okuyordum, dışarda yağmur yağıyordu, (buraya Attila ilhanın şiirini koy) o sağ tarafımda laptopu önünde açık, hafifçe eğilmiş sanki dünyanın en önemli işini yapıyormuşcasına dikkatle önündeki ekrana bakıp duruyordu. Gözucuyla aniden arkaya yaslandığını farkettim, dönüp baktım, o da bana baktı, yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Sanki suratının ortasında yüz mumluk bir ampul yanmıştı. – o gülümseyince sanki güneş doğmuştu, o an ay bulutların arasından çıkıvermişti- gibi cümlelerle tanımlamak isterdim gülümseyişini ama ben öyle biri değilim. Kız da öyle bir kız değildi.
peki yalan söyledim. Aslında gözgöze geldik, hem de iki defa. Belki de bu yüzden - iki defa bakıştığımız halde - onunla konuşamamış olmak yüzünden söylemedim size. Hıyara bak bir kızla iki kere gözgöze gelmış, iki kelime edememiş onu anlatıyor diye düşünmeyin. Ben öyle adamlardan olamadım, hani kadınla gözgöze gelir ve kadın erir, eridğini belli etmese de için için erir, gözgöze geldikten on saniye sonar hayalinde onunla evlenmiş ve ona benzeyen bir erkek çocuk doğrumuştur bile… Yok, ben hiç böyle bir etki sahibi olamadım kadınlar üstünde. Bana kapıyı açmak için kapı koluna baktıkları gibi ve kadar sure baktılar hep. Bir yunan tanrısı olamadım ben hiç. Daha çok kilim deseni gibiydim.
aslında “İki” onun için de benim içinde iyi bir gözgöze gelme sayısı… ortalama erkeğin sayısıdır iki.
Futbolda 2- 0 galibiyet iyidir.
geceleri makul aralıklarla iki kerelik performans erkeğin kendini iyi hissetmesi için bir sayıdır,
yılda iki maaş ikramiye cennet nimetlerinden bir nimettir,
bir kadınla iki kere gözgöze gelmek onun bize aşık oldğuna inanmamıza yeter. (beş olursa karı “motor” demektir)
iki, ortalama erkek çoğunluğunun pi sayısıdır, altına ya da üstüne çıktığımızda dengemiz bozulur.
Ama dedim ya, o kadar. Sadece gözgöze geldik.
İyi de aramızda hiçbir şey olmayacaksa neden gözgöze gelmemiz yazılmış kaderimizde?
Ya da karma gözgöze gelmemizi neden sağlamış ki bir şey olmayacaksa?

Gözgöze gelmeyi yeniden mi tanımlamayız yoksa?

3 Kasım 2009 Salı


İlim tasnifiyle uykusuz kalmak,
daha hoş gelir bana
Süslü, güzel bir kadından; boynundaki kokudan.
Kalemimin kağıtlar üstündeki hışırtısı
Daha hoştur
İnsanlara karışmaktan ve aşıklardan...

Kızın defe vurmasından daha tatlıdır
Yapraklarından kumlar dökülsün diye
Defterlerine vurmam...

Derste sevinçle eğilmem
Üstüne çözmek için
İlmi bir meselenin;
Daha lezzetlidir şarabından sâkinin...

Ben uykusuz gecelerken
Uyuyordun sen.
Nasıl bana yetişirsin
Durum böyleyken...


İMAM SÂFİÎ

25 Temmuz 2009 Cumartesi

ATİYE...


Atiye, Penceremde Sarhoşlar adlı yazıdaki sarhoş Şener’in karısıydı. Kadınların evde oturup kocalarını beklemek, çocuk büyütmek ve genelde diğer ev kadınlarıyla iyi geçinip ara sıra da kavga etmek dışında herhangi bir meşgalye sahip olmadıkları güzel zamanlardı. Atiye birden bire Şener’in karısı statüsüyle mahalleye giriş yaptı. Oldukça pasaklı oldukça hamile ve ne dediği asla anlaşılamayan acaip bir kadındı Atiye.
Gerçi o zamanlar mahalle benim gibi bir yeniyetme için Yüzüklerin Efendisi’nin geçtiği ortadünya denen fantastik yerden çok da farklı değildi…
Zaman ikinci ele düşüp öyle geçiyordu semtimizden… Önce başkaları yaşıyor kalanların üstünden de biz geçiyor gibiydik. Bir ucundan emilmiş bir mandalina dilimi gibiydi hayat, öbür ucundan da kalanları biz emiyorduk. İstanbul’un karadeniz istikametindeki en son semtinin fakir ailelerinin çocuklarıydık. Gerçi Şişli’de Osmanbey’de Niaşantaşı’nda yetişen karyoka ayakkabılı minyatür Orhan Pamuk’lara göre bizim de bir sıfır önde başladığımız maçlar vardı. Yemyeşil bir tabiat ve masmavi bir deniz arasında, envai çeşit börtü böcek ve hayvanatın içersinde, gökyüzünün ve altındaki herşeyin tadını çıkararak geçiyordu çocukluğumuz. Onbeş dakikalık bir yürüyüşle çam ormanlarının altında ense yapıyor, doğal olarak yetişmiş envai çeşit meyve ağaçlarından gönlümüzce tıkındıktan sonra on dakika yürüyüp karadenize doğru akan boğazın masmavi sularında midye çıkartıp, suyun yanağında taş sektiriyorduk…
Atiye böylesi bir ortamda çok da dikkat çekmeden her daim sarhoş bir adamın her daim hamile bir karısı olarak sessizce varoluvermişti. Eteğine yapışmış üç çocuk ve karnındaki müstakbel çocuğuyla minyatür bir komün halinde dolaşırdı.
Sonra birgün;
kocası Şener at yarışına merak salmış. Bütün parasını at yarışında kaybediyormuş; eve eli boş gitmek istemediği için sağdan soldan borç alıp akşam nevalesini doğrultuyor; ertesi gün ne iş olsa yapıp üç kuruş kazanıyor onu da at yarışında kaybediyor sonra yine borç yapıp akşam nevalesini eve götürüyor böylece battıkça batıyormuş.
Bir gün, mahalle kadınlarının önünden geçerken karşı kaldırımdan yürümek zorunda oldukları mahalle kahvesine kadın başına, yekten bodoslama dalmış Atiye, kocası Şener at yarışı izliyormuş. Yarış başlamadan önce atlar padok denen yerde dolaşırken Atiye bir atı işaret etmiş; anlamamışlar, Atiye ısrarla atı gösteriyormuş, yarış başlamış Atiye’nin gösterdiği at birinci gelmiş. İkinci ayakta atlar padoğa çıktığında Atiye yine bir atı işaret etmiş, o at da birinci gelmiş, Atiye o gün Adana kum pistte koşulan bütün yarışların birinci gelecek atlarını hiç şaşırmadan bilmiş ve ertesi gün bursadaki yarışları ve daha sonra izmirdekileri… mahalleye bomba gibi düşmüştü haber. Atiye bütün yarışları biliyordu. Kemal Sunal’ın atla gel şaban filmini çekmesine daha dört yıl vardı… Babaannemin yorumunu unutmuyorum. “Bu karı Allahın bir garibi, karışık olur bunlar!” Babaanneme göre Atiye yarı cin yarı insan bir varlıktı, yoksa bir kadının attan hele at yarışından anlamasına imkan ve ihtimal yoktu.
Semtimizdeki atyarışı meraklıları duruma ayıkınca Atiye’yi baştacı ettiler. Artık her yarış günü ihtimamla evinden alınıyor mahalledeki en fiyakalı arabanın arka koltuğuna oturutulup kocası Şener’le birlikte yarışlara götürülüyordu. Padokta dolaşan atlara şöyle bir bakıp bir tanesini işaret ediyordu ve hiç şaşmıyordu Atiye’nin tahminleri... Onun sayesinde ciddi ciddi para yapmaya başlamışlardı semtimizin atçıları. At koşuyor; baht kazanıyor, Atiye biliyordu. Her kazanılan paradan ona ve kocasına bir çıkma yapılıyordu. Atiye hala hep hamile kocası şener hala hep sarhoştu. Öyle böyle derken Veliefendi’de de Atiye’nin namı yayışmaya başlamıştı. Türkiye Jokey Klübü durumdna haberdar olmuş Atiye kimdir necidir araştırmaya yapmaya başlamıştı. Tüm bu absürd hadiselerin içersinde ana soru hala orta yerde duruyordu.“Atiye nasıl hiç şaşmadan biliyordu yarışı kazanacak atları?” ...
Sonra birgün yolda kendi halinde giderken Atiye’ye araba çarptı. Öldü Atiye, sessiz ve gariban bir ruh öylece soluverdi yol kenarı asfaltta. “Herşey tamam olacağına yakın eksilir” kaidesi mucibince Atiye de eksiliverdi hayattan.
Cenazesinde bütün atçılar ağladılar, Türkiye Jokey Klübü çiçek yollamıştı inanmayacaksınız.
Nasıl olup da yarışı kazanacak atları bildiğini de cenazesinde öğrendik. Abisi gelmiş cenazeye… Uşaklı bir çingeneymiş Atiye. Babası Memleketin sayılı seyislerindenmiş. Ailesi yüzyıllardan beri yarış atı yetiştirir seyislik yaparmış. Atiye tek kızı olduğu için babası çok düşkünmüş ona, yanından hiç ayırmaz her gittiği yere götürür atlara dair bildiği ne varsa öğretirmiş. Kaç değişik coğrafyadan yüzyıllar boyunca süzülüp gelen yarış atlarına dair onca sır ve bilgi babasından Atiye’ye geçmiş. Atiye’den de kara toprağa… Hiçbir kadın basit değildir, anladım.
At koştu, baht kazandı, Atiye kaybetti…

24 Şubat 2009 Salı

TESADÜF



Bir kolinin içinde buldum onu. Annemin incik boncuk, kurdale, düğme, dikiş ipliği, artık kumaş, ecnebi moda dergileri, yün yumakları , örgü şişleri, yarım kalmış dantel örgüleri ve daha kimbilir daha kaç çeşit “anne ıvır zıvırı” koyduğu kolinin içerisinde öylece duruyordu. O kadar önemsiz görünen bir şeyin hayatımın geri kalanını kökünden değiştireceğini, çevre etkisi, aile vizyonu, maddi olanaklar gibi nedenler sebebiyle muhtemelen olacağım kişiden bambaşka bir insan olmama sebep olacağını , tüm hayat tercihlerimi kökünden etkileyeceğini bilsem, dokunur muydum ona acaba? Bu aslında “şimdi olduğum kişi olmaktan memnun muyum” diye sormakla aynı şey… Cevabı zamana ve zemine göre değişen bir soru bu… Her halükarda pişman değilim, başıma nelerin geleceğini bilmeden onu elime aldım, sonra onun gibi yüzlercesini… Her türdeşini elime aldığımda başka bir insan oldum, dünyayı, insanları daha iyi anladım, çoğaldım ve daha da yalnızlaştım. Zaman zaman sosyalleşme bahsinde tembelleştim, kendimle konuşur olmayı tercih ettim. Yeni bir tanesiyle her tanıştığımda iptilâsının esiri bir müptelâ gibi daha çok bağlandım. Biriktirdim onları, başucumda durmalarını, eskidikçe güzelleşen kokularını sevdim, unutmak istediğimde onlara sarıldım, günlerce hastane köşelerinde, annemin hasta yatağının yanında bir koltukta oturmuş, onun ızdıraplarından kurtulmasını beklerken elimde sabahladılar, ayrılık acısı çektiğimde başka şeyler anlatıp avuttular beni, uykusuz gecelerimde uykusuzluğumu, bu yşaıma kadar da yalnızlığımı bölüştüler benimle...Gün geldi, işsiz ve parasız kaldım… Çok işsiz, çok çok da parasız...Kötü bir gün geçti, bir tane daha, sonra bir tane daha... Sonra günler kötü olmaktan vazgeçip berabat olmaya karar verdiler. İlk Berbat günümde cebimde para yoktu, isteyebileceğim kimseler olsa da istemek denen fiili; hele ki - haketmiş olsam bile -para istemeyi hayatta becerememiş biri olarak yapabileceğim bir şey yoktu…Akşamdı,Karnım çok açtı,Bahçede bir erik ağacı vardı (Hala var.)Mevsim geçmek üzereydi, ağacın dallarında sadece çürümüş erikler kalmıştı.Bilen bilir, mevsimi geçerken kahverengine döner yeşil eriklerin renkleri…O eriklerle karnımı doyurdum…...Ertesi sabah hepsiyle vedalaşıp sattım onları…Para etmediler, hiçbir zaman ikinci elleri para etmez…Zaten para etsinler diye de alınmazlar…Madden kıymetlenmeleri için en az yüzyıl gereklidir…Sonra...Sonra zaman geçti, çok vartalar atlattım, marifet diye söylemiyorum, hepiniz atlatmışsınızdır, olanları anlatıyorum sadece...hayat olmadık numaralar çekip bir ara zemheri kışından nevbahara döndü…Orada burada sattıklarımın bazılarıyla karşılaştım…Tekrar aldım bulduklarımı, hoyrat ellerden geçmişleri de vardı, bıraktığım gibi bulduklarım da oldu...Şimdi bu yazıyı yazarken bana bakıp duruyorlar, artık binküsürlerle ifade edebiliyorum sayılarını…İlkini bulduğumda sekiz yaşındaydım, şimdi otuzsekiz yaşındayım.

İlkinin adı TESADÜF’tü… yazarı da HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR.

Onu hiç satmadım.

Bir “TESADÜF” insan hayatını bu kadar değiştirebilir.

2 Şubat 2009 Pazartesi

PENCEREMDE SARHOŞLAR



Yetmişmetrekare bir evdi. Aile içi bir efsaneye göre dedem işten (balık tutmaktan) sarhoş kafayla gelip bu evi ufak ufak, tek başına yapmış. Dışarıdan baktığınızda deterjan kutusu gibi bir şeydi. Camları sokak seviyesindeydi ve benim yatağım cam kenarındaydı, kış gecelerinde, çift battaniyeyi üstüme çeker, perdeyi aralar, sokakla aramda sadece birkaç milimlik cam olmasına rağmen dışarının nasıl bu kadar yabani ve soğuk; içerinin ise nasıl bu kadar güvenli ve sıcak olabildiğine akıl erdiremezdim. Bütün yalnız ve kendi içine konuşan çocuklar gibi, düşünmeyi, hayal kurmayı, kendi kendimin kahramanı olmayı severdim. Burnum buz gibi cama dayalı, dışarıda kalanların haline acırken karanlığın içersinden Şener gelirdi.
Şener hayli çocuklu, hayli sarhoş, acaip bir adamdı, karısının da onun da ne söylediğini anlamak mümkün değildi, onu fırınlara un taşırken, kurban yerlerinde sığırtmaçlık ederken, balıkçıların kasalarını indirirken, nalbur ayakçılığı yaparken, lağım çukurları açarken gördüm, kimbilir kaç işe daha bulaşmış bir “ne iş olsa yaparım abi!” adamıydı, Her akşam mesaisinden sonra içer, körkütük sarhoş olur, sonra evinin alışverişini çocuklarının rızkını almayı asla ihmal etmeden eve yollanırdı, yolu penceremin önünden geçerdi, elleri dediğim gibi hep dolu olurdu, o kafayla haassas bir saat pandülü gibi sokak boyunca enlemesine olarak bir sağa bir sola yalpalar, fizik kurallarına aykırı vucut eskivleri çizer ama elindekileri asla yere düşürmeden anlaşılmaz şeyler haykırarak evine doğru giderdi…
Bir gün karısı öldü Şener'in, sarhoş kafayla araba kullanan hayvanın biri öldürdü, çarpan bir zengin piçi çarpılan adı hiçbir vergi levhasında geçmemiş, sefalet içersinde yaşayan bir gariban kadıncağız olunca kimse davasını gütmedi,söylediklerine göre, yolkenarı asfaltın üzerinde cançekişirken "evlatlarıma söyleyin sımsıkı tutunsunlar birbirlerine, babalarına..." diyebilmiş o kadar... O gece Şener, yine elleri dolu, yine sarhoş ama bağırmadan, içini çeke çeke ağlayarak geçti penceremden, bir tek ben gördüm….
Şener, sokağın bana uzak olan karanlık ucunda sesiyle beraber sliütini de alıp kaybolduktan kısa bir süre sonra penceremin diğer sarhoşları; Manyelci Ali, Braytner Kamil, Coco Fikret beşer dakika arayla ellerinde günlük nafakalarıyla, hepsinin kafası bir dünya, bağıra çağıra gelir geçerlerdi, en son Şampiyon Ali gelirdi, benim dedem… Daha doğrusu sesi gelirdi önce…
“Buzdolabı, Sandal bir de ev Nuri’nin… Nuriiiimmmm! Babacığımmm! Aslanımmm”…Bir gayrimenkul ve iki menkulden ibaret malvarlığını her akşam bana vasiyet ederek bağırmak suretiyle eve gelirdi… Cama burnumu dayamış onu beklediğimi bilirdi, tam karşı kaldırıma oturur, bana bakıp bakıp ağlar, ceketinin ceplerine doldurduğu paralarla karman çorman sakızları, çikolataları, oyuncakları camımın dibine sererdi,hep ağlardı ne yapacağımı bilemez ben de ağlardım, biri kocaman biri ufacık, aynı kandan iki çocuk camın iki yanında ağlaşırdık. Ondan bana ne sandal, ne ev ne de buzdolabı kaldı, büyüyememektir bana mirası dedemin...
Felç geçirdi, çok çekti, babam ona saksıdaki bir narin çiçek gibi itinayla baktı, öldü ama… Onu göndüğümüz günün gecesi, pencerem ben bir de sokak beraber ağladık… Hayatta benimle en çok gurur duyan adam, varlığımın mutluluk sebebi olduğu tek insan, kocaman yürekli bir sarhoş adam… Şampiyon Ali… Benim dedem…Onun da elleri hep çoluk çocuğunun nafakası ile dolu olurdu…
Bu adamlar hep çok içerler ama asla eve ekmek götürmeyi ihmal etmezlerdi, karılarını çocuklarını dövdüklerini de ne duydum ne gördüm, niye içerlerdi bilmiyorum ama içmeleri evlerine vakitlice dönmelerine, evlad-ı ayallerine ekmek götürmelerine engel olmuyordu, güzel adamlardı…
Çok pencere değiştirdim sonra… Hiçbirinde sarhoşlar olmadı… Şimdiki penceremde, yatağıma yatıp sağıma döndüğüm zaman İstanbul Boğazını; Karadeniz girişinden Tarabya'da dirsek yaptığı yere kadar görebiliyorum, penceremde sarhoşlar yok, gemiler var, uzun zamandır. Gemiler de ayrı bir maceradır, onu da anlatırım….

KORİDOR FUTBOLU...


Yeşil sahalarda nizami kaidelerle ya da sokakta minyatür kale kurallarıyla oynanmaz koridor futbolu, Bildiğim kadarıyla hiçbir futbol feylezofunun defterinde de böyle bir tanım yoktur. Ama olsun koridor futbolu diye bir şey var,ne belli sayıda oyuncu, ne hakem ne de bildiğimiz futbolu oynamak için lazım olan ıvır zıvıra gerek yoktur, evladıyla eğlenmekten keyif alan bir baba, babasını seven bir evlat bir de dandik bir plastik top yeter koridor futbolu oynamak için. Evin koridorunda (holünde) akşamüstleri; valide hanımın sofrayı kurmasını beklerken oynanır. Baba tersanedeki işinden yeni dönmüştür, ağır sanayi işçisi olmasına rağmen koridor futbolu için her zaman kondisyonu vardır. (İstinye Tersanesi motor atelyesinde ustabaşıydı babam. Elleri arapsabunu ile karışık hafif mazot kokardı; elindeki mazot kirini arapsabunuyla dakikalarca ovarak çıkarmaya çalıştığından mütevellit,hala çocukluğumun akşamüstleri biraz arapsabunu biraz da mazot kokar... hayatta hiçbir koku babamın ellerine sinmiş o arapsabunuyla karışık hafif mazot kokusu rayihasından daha latif olmadı, delikanlı gibi çalışmanın, işinin hakkını vermenin, eve ekmek götürme derdinin, baba sevgisinin, baba korkusunun daha tarifi kelimelerl mümkün olmayan babaya ait pek çok hissiyatın kokusudur benim için babamın ellerinin kokusu.Hayatta hiçbir çeşit mutluluk, sabah sekiz akşam sekiz poyraz fırtınalarının altında, çıplak gemi güvertelerinde balyoz sallayıp, yarı beline kadar denizsuyunun içinde motor aksamı onardıktan sonra akşam evine gelip oğluyla koridor futbolu oynayan adamın saadeti kadar kıskandırmadı beni...Koridor futbolunun yorumu yoktur, skoru da, gol sevinci de yoktur.olsa olsa babana çalım attığnı zaman sevinirsin, Ne de olsa hayatta hep onu geçmeye çalışacaksındır,(şimdi farkediyorum ki peder bey hep mahsustan çalım yermiş)Asla yapamayacaksın.Babanı geçemezsin.Koridor futbolunda attığın çalımlardır yanına kar kalan...İhtiyar her zaman senden bir şekilde ileridedir. Akşamüstleri penceremden istanbula bakarken bazen düşünürüm;Gözkırpan binlerce ışık içersinde koridor futbolu oynanan bir ev var mıdır hala? Sahi acaba bir yerlerde bir baba oğlu mutlu olsun diye hala mahsuscuktan çalım yiyor mudur?

EN SON BUNU OKUDUM

  • Jardin'lerin Hikayesi (alexandre Jardin)

Blog Arşivi